Dudak ucu

Empati. Bir kelime. Büyüleyici. Oyun gibi. ‘Katıl’ der gibi. Çağıran, bağıran, sesi olan, duyulan kanlı canlı bir varlık gibi. En çok sevilen, sevip de varılamayan, hayallerde yanan, sönen, beliren, bazen belirsizleşen, varılsa ne belli -gerçek olur mu bunca inanmışlığın bedeli, yeşilden maviye döner mi bilinmeyen ama hep derinden özlenen, o Zümrüt Şehir gibi. Hani varsan oraya, kuşaklar boyu aktarılan -veya aktarılamayan- trilyonlarca varlığın tüm hislerini, fikirlerini -belki en çok sevgilerini, bünyende, tam orta yerinde, o kaburgalarının altında hani toplayabilirmişsin gibi. O zaman anlamlanacak gibi sahneler; sanki aktör sen değilmişçesine hayretle izlediğin ve tanıklık ettiğin milyonlarca -belki daha fazla sahne…

Bardağını kaldırıp o anlamadığı ve tanımadığı yüzlere gülümserken, belli belirsiz sanki söylemese döveceklermiş ama söylese de asla duyamayacakları o iki kelimeyi mırıldanırken düşündü Aysel. Tüm sahneleri, durmadan değişen, devinen ve dönüşen. Her gece olduğu gibi bu gece de onu şimdiden kaçırabilecek oyuna katılmaya karar verdi. Ne de olsa kafasının içi kendinindi, bedeninden kopup olabileceği milyonlarca olasılıktan birini seçer, başka hikayelerde başka repliklerle başrolü oynar, kendi sahnesinden ve olamamış hikayesinden kaçabilirdi böylelikle. Tek tek süzdü masanın etrafındakileri. Aradığı şeyi bilir gibi sanki. Hani kriterleri varmış da, onlara göre en yüksek puanı alanı seçip, ödüllendirecekti sanki seçtiğini.

Oya; bekar, 34 yaşında, hayal dünyasında, alkolikliğine beş kala… Sevtap; evli, mutlu, çocuklu, hep kırmızı ojeli, hep kırmızı rujlu, sanki içinde yakamadığı ateşi dudaklarıyla başlatabilecekmiş gibi… Hakan; 38 yaşında, üst düzey yönetici, saatini görelim diye hep dirseklerinin üzerinde gömleği… Fikret; 36 yaşında, ama orta düzey yönetici, hep bir bıkkınlık var kaşlarında ve saklamış gözlerinin ateşini sanki bıkkınlığının ardına. Omuzları hep biraz yukarıda, kaşına yığılmış bıkkınlığı yüzünden boynunun kırılmasından korkar gibi sanki. Evli, 3 yaşında bir çocuk sahibi. Çocuğuna duyduğu hayranlık; içinde paylaşabileceği, aktarabileceği başka bir hayranlık olamazmışçasına onda toplanmış, ah zavallı karısı, nasibine düşeni alamadığından mıdır ne, hep bir şey arıyor sanki.. Ama konumuz Fikret şimdi, gecenin yıldızı, oyunun kazananı… Üniversitede tanımıştı Fikret’i, o zaman omuzları bu kadar yukarıda değildi. Bazı geceler, herkesi bozguna uğratan -gençlikte neyin ne kadar uğrayabilirsek bozgununa- şiirler okurdu Fikret. Öyle bir şiir seçerdi ki, oradaki herkesin gözünden, kulağından, kaburgasından, kasığından ya da ayak baş parmağından bir sızı yükselirdi o okurken. Lokasyon farklı olsa da hissettirdiği çok ‘aynı’ bir sızı… Yine öyle bir gecede, bir kadını sol dizinden yakaladı Fikret, onun da sol dizi sızlıyordu her okuyuşunda bu şiiri. Madem aynıydı sızı yerleri, birlikte sızlasınlardı o zaman… Öyle de oldu, evlendiler o kadınla. Nice şiirler okunmuştur masalarında, yatak odalarında diye düşündü Aysel. Fikret aradıklarını şiirleriyle bir bir söylemiştir, karısı da o aradıklarına bir bir çare olmuştur diye düşündü. Son yıllarda Fikret’in bırak şiirlerini, ağzından çıkan sözleri bile duymakta güçlük çekiyorlardı. Havayla ördüğü engelleri soluyarak aşamıyor, içine girip de yakından bakamıyorlardı, neredeydi sızısı… Bilseler çare olurlar mıydı, yoksa bakıp acırlar mıydı, bilmiyordu. Ama işte insan aklı, bilmek istiyordu. Aysel biliyordu sanki. Geçen gün, öğleden sonra balık pazarının orada hani, görmüştü Fikret’i. Ama tanıyamamıştı önce; hayır sımsıkı sarıldığı kadının yabancılığından değildi bu, omuzları, omuzları tıpkı eski yıllardaki gibiydi Fikret’in. Üstelik kahkahası, o duyulmayan sözlerinin aksine, sokakta yankılanıyordu. Dudağının ucuna kondurduğu öpücük kadının, Fikret’in o gizlenmiş hayranlığını sanki tam da dudak ucunda topluyordu. Dudağının ucundaki hayranlıkla gülümsüyordu Fikret kadına..

Sevtap’ın sesiyle irkildi Aysel: ‘Eee Aysel, bu sene de mi Fikretlerin yazlığında olacaksınız koca yaz? Siz de bizimle Bodrum’a gelsenize bu yaz, çocuklar da kaynaşır hem…’

Aysel Fikret’e çevirdi başını, dudak ucunda bir şey aradı… Yoktu, bulamadı…

bir çırpıda

Araladı. Açmadı. Bir süre, ne kadar bilinmez, aralayarak kaldı. Emin olamadı. Kapattı. Saydı, karıştırdı, sayamadı. Caydı sonra niyeyse. ‘Haydi’ dedi içinden, ‘bir çırpıda’. Uzattı bir süre daha, tekrarladı, ‘bir çırpıda’, ‘bir çırpıda’… Takıldı sonra -çırpıya. Biraz da burada oyalandı. ‘çırpı, çırpı, çırpı…’ Bir başka kelimesi kalmadı üzerinde duracağı. Hatırladı, dilinin hafızasında kalan dokunuşların onda bıraktığı karmaşayı. Uğraşmadı nedense, üzerinde durmadı. Hafızasına tutunmanın, tutunup safsatalarını karıştırmanın şu andan kaçmasını yardımı yoktu. Anladı. Bir kez daha tekrarladı: ‘bir çırpıda!’. Bu sefer sanki kolundan yükselen bir ses, bir çağrı varmışçasına kolunu kıpırdattı. Kolunun çağrısı tüm vücuduna yayıldı, kayıtsız kalamadı. Bedenini esnetti olanca yavaşlığıyla, parmakları boynundan aşağı tüm vücudunu yaladı. Dudaklarına götürdü sağ işaret parmağını sonra, durmadı. Burnu, alnı ve göz kapakları… Hepsini sırasıyla uyandırdı. Bir tek gözleri kaldı. Tekrarladı sonra, ‘bir çırpıda’. Açtı sonra aniden içinden yükselen, anlam veremediği bir sızıyla. Dimdik karşıya baktı, elinden gelse sadece o beyaz mı kırık beyaz mı yoksa fildişi mi bilinmez tavanın o noktasıyla sınırlardı görüş alanını. Ama olmazdı, hayat durmazdı, kuşlar uçardı, insanın ihtiyaçları vardı -yani insan durmazdı. Anımsadı. Bulutları benzettiği ve yerinde durmayan bulutlar gibi kaybettiği ayısını. Sanki her şey bu ayıyla başlamıştı. Sanki her şey kaybettiği ayısının, kimbilir nereden gönderdiği sitemkar ve lanetli, kışkırtıcı ama yanıltıcı çağrısına, ama en çok da vicdan azabına kapılıp gitmesinden ibaret; aradığını bilen ama bulamayan, bulamadıkça saplanıp kalan, bezgin ama hala biraz umutlu insanların farklı ama aynı hikayelerinde olduğu gibi biraz karamsardı… Tavanda saplanıp kalmıştı şimdi de; ne farkı vardı ya da olmalı mıydı bundan önce bile isteye daldığı ve çıkmadığı onlarca çukurdan. Bezgin ama umutlu… Tekrarlar, ‘bir çırpıda’… Döndü. Sağına baktı. Boşluğu gördü. Saplanmadı, tekrarladı ‘bir çırpıda’. Kalktı, çıplaklığına aldırmadı. Ayaklarından gelen çağrıyı yanıtladı. Yürüdü, odaya vardı. Taradı. Küçücük bir iz aradı, kalbinin çağrısına ve midesinin anlamsız bağırtısına bir yanıt bulmak için çırpındı. Telaşlandı. Koştu. Mutfak, banyo, ‘küçük’ oda… Boştu…

Tekrarladı, ‘bir çırpıda’. Ona seslenen ayısına doğru koştu. Bezgin ama umutlu…

sol gözü

Sanki korkusu gözüne yapışmış, orada hayat bulmuş, tek tek damarlarından içine akmış gibi seğiriyordu gözü… Sol gözü durmamacasına, bir daha asla duramayacakmışçasına; korkunun, derinine yol alan o korkusunun ardından koşarcasına seğiriyordu.

satır araları

çorabımdaki benekler

küllüğümdeki ıssız griler

balondaki kara leke

mumun dibindeki tortu

masanın soyulmuş tarafında

sırıtan o siyah nokta

kumandanın tuşları

ve aynadakinin bakışları…

kitabın kapağı

ve

satır araları!

inanır mısın

o boşluk bile

seninle dolu…

göğün sonsuzluğu

küçük bir özlem değil bu

içim değil ki sadece kapladığı

tüm duvarlar

duvarın içindeki tuğlalar.

yerin ıssızlığı

ve göğün sonsuzluğu

tüm o sevdalı başlar

alıngan bakışlar

gülümsemeler

-ve dokunuşlar

onunla dolu…

erik sevdi şeftaliyi

erikle şeftalinin aşkı… kim suçlayabilir onları? kim karşı koyabilir eriğin şeftaliye olan sıcak dokunuşuna? kim sorabilir şeftaliye neden böyle kızardığını eriğe her bakışında? suç mu yani kızarmak sevdiğin sana baktığında? kim umut etmez ki kendinden başkasının, ama gerçekten başk olanın aşkını? hangi erik düşlememiştir sırf ondan daha alımlı diye şeftalinin kolunda düşeceği yolları? hangi şeftali reddetmiştir o pürüzsüz ve sulu eriğe olan hayranlığını?

söyleyin bana bundaki yanlışı…

kim bilebilir ki bir gün bir eriğe tutulmayacağını…

Şampiyonlar

Gönlünün şampiyonları oluyor insanın bazen, onların da alışılmış kokuları, dokuları ve renkleri oluyor. Uzun zaman geçse de üstünden o şampiyonlar yerlerini her zaman koruyor. Onların tahtları arkalarından gelenlerin kavgalarıyla sarsılmıyor. Yerleri başka, tatları başka oluyor…

Tüm şampiyonlarıma kucak dolusu sevgiler! Görmeseler de hissederler bilirim. O çocukluk şarkımız gibi: ‘gitmesek de görmesek de, orada, bir köy var uzakta. O köy, bizim köyümüzdür…’

izlemek

Kelimelere sığınmak güzel, derdini anlatmak sarı sayfalara, siyah dolma kalemle, mürekkep kokusuyla gelen ilhamın tadı hele, bambaşka. İnsanlara sığınmak da bir seçenek tabii, ama o başka, insanlar yargılarını koyarlar senin kelimelerinin üzerine, sessiz kalırlar belki sarı sayfalar gibi ama değişir bakışları. İnemezsin derine, sözcükler birinci tekile bile yetersizken ikinci şahsın duyguları karışıp bulandırsın istemezsin bazen… Elindeki kalem de dilsiz, duygusuz, kağıt da; o yüzden yazmak daha kolaydır bazen konuşmaktan.

Ben kendi adıma konuşayım, zaten hep öyle yapıyorum. Böylesi daha güzel, güzel çünkü kimse özüme karışıp yoğunluğumu arttırsın ya da azaltsın istemiyorum bu aralar. Karışamıyoruz çünkü birbirimize, ah bu yargılar! Beni su yapıyorlar çoğu zaman, karşımdakine zeytinyağı olmak daha bir yakışıyor çünkü. Ben unutmak istiyorum o zeytinyağlarının bıraktığı cıvık duyguyu – unutmak güzeldir çünkü, unutabilmek.

Bir garibim bu aralar; elimde sade bir kağıt, ama sarı, önemli olan bu, bir de mürekkep kokulu kalem olsun istiyorum. İstemiyorum konuşmak ya da anlatmak… Susmak daha güzel bana bu aralar, sessizlik ayrı anlamlı, mindere serdi hayat bu sefer, nakavtı görmek üzereyim. Kağıdım kalemim var, bir de… bilmiyorum, noktalar var sanırım. Pesimist duygularla boğuşuyorum, her defasında yine o minder! Başım dönüyor artık kokudan, minderin mi bu koku, mürekkebin mi? Bilmem… Herkes bana yabancı değil ama benim bu halim onlara yabancıymış, öyle söylüyorlar.

Ben artık oynamak değil, izlemek istiyorum… Her ne olursa, sadece izlemek…

İzlerken canım yanıyor ama oynarkenki kadar sahici değil.

Ben bu halden çıkana kadar her şeyi izlemek istiyorum, tanrısal hislerle… Müdahale etmeden ama. İzlemek istiyorum, geçene kadar…

Olmaz mı?

Bir ben!

Bir ben kalsam istediğim zaman, istediğim yerde… kimse olmasa yamacımda, yakamda… olsa da umursamasam, görmezden gelebilsem… hoop, başka bir boyuta geçip bir benle kalabilsem. taa içimden gelen sesleri salsam ortalık yere, gönüllerince bağrışsalar… rengarenk olsa içim, gülsem ağlasam koşsam dursam bıksam sevinçten deliye dönsem… içimde ne varsa döksem, dökülen varlıklarımın hikayelerini dinlesem… izlesem onları da, kendimi tanısam birazcık daha. keşke, bir ben! kalsam…

ciğerinle

yüzünle gül

aklınla gül

kalbinle gül

ve tabii

ciğerinle…

inatla gül

bazen sabırla

hevesle

ve coşkuyla!